Ana içeriğe atla

Bu Yazının Muhtemelen Bir Övgü Yazısı Olması Gerekiyordu

Türkçe 1 dersimizin değerli hocası Arzuhan Hanım, biz öğrencilerine bir liste verdi ve bu listedeki kitaplardan birini okumamızı söyledi. Kitap okuması için birilerinin dürtmesi gereken ben, buna öyle bir sevindim ki. Koşarak mahallemizdeki kitabevinin sahibi Yusuf amcayı ziyaret ettim. Listeyi koydum önüne, hangisini okuyayım dersin, diye sordum. Bana hiç tereddüt etmeden Amin Maalouf'un Semerkand kitabını gösterdi. Yerinden kalkıp bembeyaz ve düzenli raflarına yönelip bana kitabı vermedi. "Git kızım şuradan bul bakalım." dedi. Kitabı bulup aldım. Teşekkür edip evime gitmek üzere dükkandan çıktım.

Semerkand dediğim anda ağabeyim dahi "Ömer Hayyam" demişti. Kitabı okuyanlar için akılda beliren ilk şey Ömer Hayyam'dır. E tabi ki benim de aklımda ilk Ömer Hayyam belirmişti ilk yarısına kadar.

Kitabın başları 1000 küsürlü yıllarda geçiyor. Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamılmülk olarak bilinen üç adamın bireysel ve birlikte yaşadığı olaylar anlatılıyor. Bu üç kişinin can ciğer kuzu sarması olduğu zamanlar da var, birbirlerinin kuyusunu kazdıkları, hevesle bıçak biledikleri zamanlar da. Ömer Hayyam'ın kitap boyunca kimse ile derdi yok, bir yandan şarabını yudumlayıp bir yandan 'Semerkand Yazması' olarak aklımızda yer edinecek yazmasını yazmak ile hayatını sürdürmekte.

Kitabın ilk kısmı bana göre şok edici, dehşete düşüren ve ufak da olsa içimde hayranlık uyandıran bir bölüm oldu. Ömer Hayyam'ın Rubailer eserini almak için internetten araştırma yaptım hatta.

Şok olmuştum çünkü eskiden insanların rahatça alkol tüketiyor olmaları beni her zaman şaşırtır. Alışamadığım bir durum, üstelik bu kişiler bir miktar dindar ise. Ayrıca çok rahatça zinanın anlatılması ve süslenmesi de beni hayli şaşırttı. Elbette kitap boyunca aralara serpiştirilmiş rubailer enfes birer detaydı hikaye için. Çoğundan etkilendim. Beğendim fakat bazı şeyler beni daha çok etkilediği büyük bir gerçektir.

Dehşete düştüm çünkü Hasan Sabbah'ın kurduğu katletmeye yönelik düzen ve ölüm saçan fikir akımı beni başka bir duyguya götüremezdi. Nizamılmülk ile olan kavgaları, intikam yeminleri, derin hırsları beni heyecanlandırmıştı. Kitabı o kadar hızlı okuyordum ki, sayfayı çeviyor çok geçmeden bir daha çevriyordum. Film izlermişcesine bir kitaptı.

Ta ki ikinci kısma geçene kadar. Bir Amerikalı girdi kitaba aniden. Denizin Ortasında Bir Şair. Birinci tekil şahıstan başladı anlatmaya kendi hikayesini. Anne ve babası Ömer Hayyam'ın Rubailer'i sayesinde tanışınca ikinci adı Omar olmuş Benjamin abimizin. Düşmüş Ömer Hayyam'ın 'Semerkand Yazması' denilen, içinde orijinal rubaileri olan eserinin peşine.

Amerikalı Benjamin İran'a gitti ve başından bela eksik olmadan maceradan maceraya atladı. Kitap boyunca İran'a sadece iki kere gidiyor. Birincisinde cinayet zanlısına yardım ettiği gerekçesiyle arananlar listesine konuluyor, ikincisinde ise ülkede darbe oluyor.

İkinci kısım beni bunalttı, sıktı, kitaba olan o ufak hayranlığımı da söktü attı. Sonuçta insanlar çeşit çeşittir. Bu kitabı herkes çok sevmiş, beğenmiş, başlarının üstüne koymuşlar fakat ben zaman kaybı olarak görmeye bile başladım. Siyasi şeyler beni iter. Anlamam, kafam karışır, anlamsız bulurum.

Güzelim mistik kitap birden darbe gördü, maliye bakanları geldi, vergiler alındı, Çar musallat oldu, anlamlarını gerçekten merak etmediğim 'ültimatom' ve benzeri kelimeler ile kitap gözlerimin önünde boğuldu, gitti. Kurtarasım geldi, diyemeyeceğim.

Tüm bu birbirinden alakasız iki kısım yetmiyormuş gibi sonunda Benjamin ile sevdiceği, İran prensesi Şirin, Titanik gemisine bindi, 'Semerkand Yazması'nın gemi ile beraber Atlantik'e batmasını birinci sınıf yolculu filikalarından hüzünle izlediler. Kitap, Şirin'in, yani Benjamin'in nikahlı karısının tek bir söz etmeden ortadan kaybolması ile son buldu. Ağzım açık kalmıştı. Ben daha demin ne okudum, tarzı sorular eşliğinde kitabı kapattım. Gerçekten tam olarak ne okumuştum?

Cahilliğimi, vizyonsuzluğumu, anlayışsızlığımı mazur görünüz fakat bu kitapta ciddi anlamda bir konu bütünlüğü yoktu. Ufak bir araştırmama göre neredeyse tüm her şeyin uydurma olduğunu da öğrenince kitabın ilk kısmına olan ilgim de uçup gitmişti açıkçası. Bu bir roman ve uydurma olması elbette normal fakat, haklarında çok az şey bilinen tarihi karakterlere derin ve ayrıntılı olaylar yazılınca insan biraz kandırılmış da hissetmiyor değil.

Sonuç olarak kitabı beğenemedim. Aşırı etkilenmiş bir şekilde, övgüler dolu bir yazı yazmak isterdim tabi ki. İltifatlar sıralamak, kısa kısa alıntılar iliştirip bu yazıyı okuyan sizleri de etkisi altına almasını sağlamak ben de isterdim.

Kitapta bana gerçek, etkileyici ve mümkün olarak görünen ender şeylerden birini söylemem gerekirse Matematik'teki bilinmeyen sayıları gösteren 'x' harfinin belirleniş öyküsünün Ömer Hayyam'a dayandığını anlatan ufak paragrafı sizlere sunabilirim. Kitap okumaya çalışan bir Matematikçi'ye sadece bu tarz şeyler dokunuyor belki de. Sanırım yine büyük bir ustayı anlamadığım için gaflete düştüm. Başka kitaplara yönelmenin vakti gelmiştir.

Selime Kara


Yorumlar

  1. Çok güzel yorumlamışsınız lakin kitabın sonunu söylemek nedir yakıştıramadım doğrusu ��

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğumuz kitap üzerine bir yorum yazısı yazma ödevimiz vardı. Spoiler olmadan nasıl yazabilirdim ki...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Canım abim ve ablam...

Keşke şimdi ben 7 yaşında olsaydım, ablam 10, abim 13...   Üçümüz bir odada uyurduk. Ben yer yatağında yatardım çünkü daha küçüktüm. Abim ile ablam ise ikiye ayrılmış bir ranzanın iki ayrı yatağında yatarlardı. Geceleri karanlık olunca korkardım, o yüzden hiç uyumayalım isterdim. Abim tembellik yapar asla okul için bir çabaya girmezdi. Ablam incecik bir kızdı, o ne yapsa onu taklit ederdim. Yeni ilkokula başlardım ben de. Yazmayı falan bilmiyorum, okumayı da.. Abim okula gitmeye can atıyorum diye beni garipserdi. Şimdi anlıyorum garipsemesini ama birinci sınıfa başlayacaksın deseler, ben yine can atarım. Ne güzel, bulanık yıllardı.  Ablamla uyduruk ama özgün oyunlarımız vardı mesela. Ne kadar iyi anlaşıyorsak bir o kadar da kavga ederdik üçümüz. Babam evin koridorunun tavanına bir kanca asar, ona bağladığı ip ile salıncak yapar, biz de sallanırdık. Sonra babamın kocaman terlik giymiş ayaklarına otururduk, bizi ayakları ile taşırdı. Biz onu çok güçlü sanırdık, güçlüydü de a

KARUTA

  Merhaba arkadaşlar,   Size farklı bir yazıda sırf Karuta oyununu anlatmak istiyorum.   Chihayafuru animesi Karuta isimli bir kart oyunu etrafında dönen bir anime. Ve ben bu oyuna aşık oldum. O kadar havalı bir oyun ki size anlatmak istiyorum. Japonya'nın önemli şairlerinden toplam 100 adet şiir bulmuşlar ve bu şiirleri kartlara yazmışlar. Toplam 200 kart var çünkü 100 tanesi oyunda kullanmak için 100 tanesi okuyucunun okuması için. Önce iki kişi bu yüz karttan 22'şer tane alıyor ve önüne üç sıra olacak şekilde şiirler gözükür halde diziyor. Okuyucu da bir kart seçip kartı okurken o kartın aynısını oyuncular oyun sahası içindeki kartların içinden bulup kartı almaya çalışıyor. Oyunun başında 15 dakika kartların yerini ezberleme süresi veriliyor. Çok hızlı olunması gereken bir oyun. Kartları alırken fırlatabiliyorlar. Yani annemin deyişiyle "pervasız bir oyun" :) İşte bu pervasızlığı da beni benden aldı arkadaşlar :)   Karuta kartları alttaki resimdeki gibi am

yeni klavyemle bir yazı

 bugün hayatımda gördüğüm en tatlı klavye ile bu yazıyı yazıyorum. ayrıca bugün ilk defa fizik tedaviye gittim. nasıl olduysa artık (bence birileri nazar değdiriyor bana düzenli olarak) diz kapağımı kaydırmışım. hayatımın kaydığı yetmiyormuş gibi..... xd bunlar hep şaka. sonuçta başımıza felaket gelmedi. ayrıca çok güzel bir klavyem var. aylardır manyak gibi klavye bakıyordum. şöyle en tatlısından bir klavyem olsun istemiştim. hem de pembe. zaten pembe bir mausum var. ya da fare. nasıl yazılıyorsa, inanın hiç umurumda değil. bugün işe gitmeyi bırakmak mecburiyetinde kaldım. aslında uzun süredir de işsiz olmak nasıl bir şey merak ediyordum. yani ertesi gün için yapman gereken hiçbir şey olmadığında nasıl yaşanıyor bilmek istiyordum. artık önümüzdeki 20 gün kadar bir süre ertesi günümün önemi yok. fizik tedaviye gideceğim ve sonra da eve döneceğim. garip. bu bir deneme süresi gibi. iş hayatının, daha doğrusu bir kurumsal şirket çalışanı olmayı kabullenmek ve sindirmek benim için çok zor